22 Ekim 2020

Dönüş!

Yazmayı özlemişim.

2005'de, babamın hastalığı zamanı bir nevi iç dökme, İngiltere'de yaşadığım süreçte, orada güzel bulduklarımı paylaşma, uzak diyarlarda kalan arkadaşlarımla iletişim ve yeni dostlar tanımak adına güzel bir vasıta oldu bu blog bana.

Sonrasında Türkiye'ye döndüğümde hiçbirşey aynı değildi. İnsanlar ülke koşullarına göre değişmiş. Değer yargıları yozlaşmış. En içten dostlar bile değerlerinde bir başka şeye ağırlık verir olmuşlardı (istisnalar ve gerçek değerleri ile hala aynı kalanları tenzih ediyorum). Bir koşturma, bir koşturma, ama ne ve kimin için? Neden?

Benim ise İngiltere'de kaldığım dönemde bunları değiştirmeye, yargılamamaya, farklı bir açıdan bakmaya zamanım olmuştu. Ülkeme de farklı bir açıdan bakmaya zamanım olmuştu. Başka ülkelerdeki insanlar ne görüyor, nasıl düşünüyor, bunu da görmüştüm. Öyle değil ama diye savunduğum şeylerin ortasında buluverdim kendimi döndüğümde.

Dönüş ise mecburi dönüş oldu, belimden geçirdiğim bir ameliyatla, yarısı hissetmeyen sol bacak ve ayak parmakları ile. Üstelik bir de miniminnacık dünya tatlısı vardı hayatımızda. Tek çocuk olduğum için yıllarca kardeş hayali kurmuştum, olmamamıştı. Evlendim çocuk dedim, tam çocuğum oldu, belim gitti. Bir tuhaf hal. Zorunlu bir dönüş, kaos!

Türkiye'de yaşadığım dönemde ''Kaos'' a gayet alışıktım. Nasıl üstesinden geleceğimi de biliyordum. Hergün sokakta farklı bir kaosun içerisindeydim. Ama uzun süre dingin yaşama alışınca, kaos şok oldu bana.

İlk 8 ay, Cambridge'de yaşayıp, ailemi ziyarete geldiğim zaman ilk sokağa çıkışta, çocukluğumdan beri uzun süredir olmayan olmuştu, yıllar sonra ilk kez düşmüştüm. Onca kazı oldu İstanbul'da. Onca perişan yolda düşmeden ilerledim. Neden düştüm? Çünkü insan rahata çabuk alışıyor. Çünkü, insan hayatındaki pratikler olmadıkça, bazı yetilerini kaybediyor, uyum sağlıyor. Çünkü, uzun süredir, dış etkenlere bu derece maruz kalmadığım gibi, nereden tehlike geleceğine, doğanın içinde yaşadığım şehirde bile, esas doğamın uyaranlarına uzak kalmıştım. Özüme uzak kalmıştım. Kontrollü yollarda yürümüş, ormanlık alanda bile insanlara açılan patikalarda ilerlemiş, otobüse binerken, otobüs ayağımın dibine kadar alçaltılmıştı. Bu da beni hamlaştırmış, her gün, günlük koşuşturmanın içerisinde yapageldiğim fiziksel hareketlerden uzaklaştırmıştı. Sonra ilk kaotik yürüyüşte GÜM!

Aynı durum insan ilişkileri için de geçerli. Üretim müdürü olarak çalıştığım dönemde, 180 işçi, 30'a yakın yönetici kademesindeki insan, kumaşıdır, ipliğidir, fason atölyesidir derken 200+ kişi hayatımın bir parçası idi. Onlarla iletişim (ki İşletme İktsadı Enstitüsünde yönetim becerileri için MBA okumuştum), problem çözme becerileri (kumaş zamanında gelmez, öbüründe hata çıkar, diğerine dikimde birşey olur, paketleme yetişir, yetişmez bir sürü şey aynı anda bam diye başımıza gelir) orkestra şefi edasıyla yapageldiklerimdendi. Otomatik pilot görevde idi. Sonra Sosyal Denetim, 7 ayrı ülkede hem denetim yapmak, hem denetçileri denetlemek, hem de yeni denetçi yetiştirmek. E denetçi olunca sorunlarla boğuşmak ve o sorunları en naif dille bakın bu var düzelmesi gerekli diyerek anlatmak... Sorunların neler olduğunu tek tek bulup çıkartmak... Sabahın 2'sinde 3'ünde aile ile vedalaşıp bir bilinmeyene, başına ne geleceğini bilmediğin bir ülkeye doğru uçmak, uyuyabiliyorsan yolda uyumak, yoksa sabah iner inmez fabrika denetimine koşturmak. Gene otomatik pilot hizmette. 45kg'a düşmüştüm. Her ülkenin yemeğini yiyememek, devamlı atik tetik olmak...

Sonrası mutlak sessizlik ve yalnızlık. Eş işe gider, o dönene kadar yalnızlık... 4 duvar, bir huyunu suyunu bilmediğin ülke ve ben. İlk 3 ay, inanılmaz huzur... Sonrasında kaosa özlem. İş aramak ama bolca overqualified sın lafı duymak. O iş için seviye üstteymiş yani. E öyle olsun benim kabulüm ne var? Yok olmazmış, sonra sıkılırmışım, sıkıntı onlara sorun olarak dönermiş. Ya bir dene, bizim ülkede öyle yaparlar, iki taraftan kim memnun olmazsa pes eder. Belki mutlu olacağız? Yok olmaz... Rutin tehlikeye girer. Huzur gerek. Başka şehirlerde uyumlu işler var ama uzak. Yolda geçer hayat. Gene de deneyelim... Ne var ki, İstanbul'da da bir yerden bir yere gitmek, işe gitmek en az 1 saat değil mi zaten? Yok değilmiş... 1 saat trafikten dolayı 1 saatmiş. Yol aslında kısa hatta bazen yürüyecek kadar kısa. O yüzden sarsıntı daha azmış. Londra'da 3 ay çalışıp, Cambridge - Londra arasında gidip gelmek için sabah 5:00'te kalkıp, akşam 22:00'de dönünce anlıyormuş insan!

Yeni işler, yeni uğraşlar icat etmece o zaman... Bahçe, fotoğraf çekmek, elişleri, elişlerine dair kurslar almaca ve vermece, hobilere eğilmece ve o hobiler işe dönebilir mi ona bakmaca. Ama hiçbir zaman kaos yok. Kaosun uyumu yok. Hep mutlak huzuru bulmaya çalışmaca var. 

Günü hissetme, mevsimi hissetme, İngiltere'nin bıçak gibi kesen soğuğu ile derinin çatladığını hissettme, kalbini aynı soğukla soğutmamaya çalışma. Yeni insanlar, yeni yüzler, yeni gruplar kurup, hayatı şekillendirmece var. Bir yandan içe dönme, içini tanımaya çalışmaca, bazen ondan kaçmaca, bazen dıştakileri tanımaya uğraşmaca. 

Bu arada bunları yaparken internet öyle bir tık ötede şu andaki kadar yakın da değil. Her aranan bu kadar rahat bulunamıyor. Türkiye'de ikide birde yasaklar yüzünden birşeyler kapanıyor. Bir gün WordPress, bir gün YouTube kapalı. Yasaklar, Yasaklar... Her dönem, her zaman. Aynı şekilde İngiltere'de de yasaklar yasaklar... Öyle yasadışı MP3 indirirsen yakalanırsın, kitap indirirsen yakalanırsın, hem de pıt diye, cezalar kocaman. Eş de bilgisayar canavarı. İşi bu, es kaza böyle birşey olsun kıyamet kopar. O zaman çık doğaya... Dön, bak... Bahçeler bahçeler, çiçekler çiçekler, çık kuğularla konuş anlat onlara, çık Boğaz kıyısında yürüdüğünü hayal ederek, gören bazı memleketdaşlarımın boklu su bu yaaaa, dediği Cam Nehri boyunca yürü. Sonra merak et, aç tarihini oku, aslında bir kanal olduğunu öğren. Nehri nasıl ehlileştirip kanala çevirdiklerini, üzerinde giden kanal gemilerini, onların içinde yaşamanın nasıl bir hayat olduğunu, ara oku öğren. Kaydol Cambridge Tarihi derslerine, Cambridge'de neler neler olmuş öğren. İlginç olanları yaz bloga. Haçlı savaşlarının hırsını nasıl atamadıklarını, İstanbul'dan gelen bir Müslüman Türk'e nasıl baktıklarını bizzat yaşa, öğren.

Bir sürü güzellik yaşa, bir sürü güzel insanla tanış, bir sürü güzel konferansa, fuara, festivale katıl... Yaz bloga...

Ve dön... Özüne, ülkene...

Bak herşey değişmiş ve günden güne değişmekte. Kaos baki, baki de ben artık kaos adamı olmaktan çıkmışım... Huzur ve belki kaldırabileceğim kadar kaos bana göre olmuş.

Değer verdiğin, sevdiğin bir sürü güzel insan günden güne hayatından çıkıp bilmediğin başka bir aleme gitmekte. Yaşın günden güne ilerler, yarım yüzyılı geride bırakırken, onların ardından çaresizce hoşçakal de.

Çocuk ve bel, içinde bulunduğun koşullar sebebiyle eski işine döneme... Çocuğu nasıl doğru beslerim derken, kendini bir denizin içinde bul. Yengeç olarak o denizi sev ama kıyısında kal. Kıyıdan kıyıdan eğitimlere başla. Çocuklarla ilgili İngitere'de kurduğun hayallerle birleşsin ve devam et.

Ama bak etrafındaki insanlara... Onlar artık eski insanlar değil. Onların gözünü hırs, para, hayatta kalmak için herşey mübah felsefesi bürümüş olsun. Dostmuş gibi girsinler hayatına, kuyu kazarmışçasına çalışıp üzsünler seni. Sen hep dost bil. Eski dostların gibi. Elele verdiğin, birşeyleri besleyip büyüttüğün dostların gibi. Blog yazarken çok uzak diyarları bir ettiğin, yüzünü hiç görmediğin halde kalbini paylaşan dostların gibi. Hayatın boyunca hep dürüst ol, ama dürüstlük kavramı anlamını çok yitirdiği için insanlar dürüstlüğün ardında birşeyler arar olsun. Ama sonra anla ki, yeni dönemin ve devranın insanları karşındakiler...

Şu anda bakıyorum sosyal medyaya, insanlar o insanlar değiller. Ne eskiler, ne yeniler. Google, şu bu herhangi bir internet devranında da açılan eğitimler, anlatılan pazarlama taktikleri, kullanılan şablonlar. Herkes bir şablonun ve akımın parçası. Bu ister yüzyüze olsun, ister sanal, ucu bir şekilde internet denizinden geçiyor. Yengeç, bu sularda kıyıda kalmayı seçiyor. Sen eğer onlardan değilsen, oyunda yer alma hakkın yok, çık saha dışına! Ya açık denize sürüklenmeye çalışılıyor ya da kıyıya atıp sen burada dur, bitti artık bu suda olamazsın tarzıyla karşılaşıyorsun.

Sen o araçları kullanırsan, hayattasın, kullanmazsan hayatın dışındasın diyor sistem sana. O internet araçları, o internet canavarı. Bak sana sesleniyorum, üstelik senin içinden, senin eski bir bileşeninle. Ben senin o sevimli canavar olduğun zamanlardan sesleniyorum. Giderek gözünü kan bürüyen bir canavara dönüp, çoluk, çocuk, büyük küçük, herkesi içine almaya çalışıyorsun. Senin oyuncaklarınla sana sesleniyorum kıyıdan. Dur bir! Hayata bak... 

İçindeki canavarı gör ve kullanan insan olarak, İNSAN OL!

Öküz altında buzağı aramaktan vazgeçip, içimdeki ve içindeki insanı gör, öyle davran.

(Bu yazıda, bu blogda, belki de ilk defa bir fotoğraf eşlik etmeyecek, günün sistem anlayışına inat!)

24 Mart 2015

Köy Günlüğü Bölüm 2

Yazıları yazana dek bir yaz sezonu ve bizim yeniden köye gidiş zamanımız yaklaştı bile. Düğün derneğin ardından, Pazartesi oldu mu günlerden, pazar zamanı der evin büyükleri ve kıpır kıpır olmaya başlarlar. Biz sabah erken kalkmazsak, bir bakarız eşimin babası pazara gitmiş bile! O yüzden sabah erken kalkmalı diye anlaştık, sakın bizsiz gitme diye sıkı sıkı tembihleyerek uyuduk.

Sabah evin küçümeniyle birlikte çıktık yola... Bu dümdüz yeşil görünen yerler pirinç / çeltik tarlaları.

Üretimi sırasında en çok kimyasalın kullanıldığı ürünlerden pirinç.

Sıra sıra asker gibi dizilen kuşlar, özellikle de leylekle karşılaşmak bizim böcüğü çok heyecanlandırdı. Kuşlar pirinç üretiminde bol su olduğu için, bu ortamı da seven canlılar arasında salyangoz ve sümüklüböcekler bulunduğu için çeltik tarlalarının kenarlarında bu canlıları yemek üzere hazırda beklemektelermiş.

Tarlaların arasına atılmış kocaman çuvallar da vardı. Onların içinde gübre mi, ilaç mı vardı bilemedik. Pirinç üretimi en ağır, insan sağlığını en çok tehdit eden ve en fazla miktarda ilacın kullanıldığı alanlardan biri. Herşeyin üretim aşamasını bir gözden geçirmeli ve ona göre tüketmeli demeden geçemedik. Nitekim pazarda da ilaçlanmamış hiçbir ürün bulamadık. İlaçsız olmaz dediler de başka birşey demediler. Pazarcı teyze ahanda şuncaktaki elmalar tek tük tarladaki ağaçtan, az onlar diye ilaçlamadık, beğenirsen ondan al deyince kadıncağızın şaşırmış bakışları altında ona koştuk.




Benim gizli bir planım vardı. 2 senedir nabız yokluyordum. Kayınvalidemlere sizin tavukların yanına ördek de yakışır değil mi deyip duruyordum. Onlar da istemeyiz o ortalığı pisletir diyorlardı. Siz istemezseniz biz de arkadaşlarımıza hediye götürür göletlerine atarız deyip 2 tane ördek yavrusuna el koyduk bu sefer. Zaten pazara adımımızı atar atmaz onlar karşılamıştı bizi. Kaçış yoktu. Torun mest olunca dede de ses edemedi. Ses edemedi ama torundan çok kendisi sahiplendi.

Eve getirdiğimizde kendilerine özel yer hazırlandı. Çok minik olduklarından civardaki kedilerin ellerine düşmemeleri için nöbet tutuldu.

Ben adlarını Cem ile Cemile koydum. Böcük de Ceren ile Egemen koydu adlarını. Böylece Egemen Cem ve Ceren Cemile ailenin 2 isimli olma adetine de uyum göstermiş oldu. Biz kafamıza göre seslendik onlara o ayrı. Neticede bu arkadaşlar oldukça oburdu. Minnak olduklarından daha taneli yeme de geçememişlerdi. Ancak un ufak edilmiş olanlarla beslenebiliyorlardı. Biz acemi olduğumuzdan ayar konusu dedede idi.

Yemek yerken kabın içine dışına girip çıkmakta ustalık göstermelerine rağmen tuvalet konusunda oldukça terbiyeli idiler. Asla dışarıyı kirletmediler. Yüzerlerken suyu gübrelediler. Onlar da mis gibi yeşillikleri beslemeye gitti. Ağaç dipleri şenlendi.

Elden ele poz poz fotoğrafları çekildi.

Çok oynamayın, rahat bırakın garibanları diye ara ara dede bize söylendi haklı olarak.

Ama o kadar yumuk yumuk, o kadar tatlıydılar ki. Tüyleri puf puf. Yumuşaklığı hala avuçlarımızda hissediyoruz.





Başlarda suya giriş çıkışta zorlanıyorlardı. Kendilerine tahsis edilen leğeninin kenarları yüksek geliyordu. Ama sonra birbirlerine yardım ederek inip çıkmayı öğrendiler, sonra da kendi kendilerine. Hatta bu unufak edilmiş şeyleri yiyebilen minnaklar arılara, sineklere doğru hamle yapmaya başladılar ve havada sinek kaptılar. 1 hafta içerisindeki gelişimleri inanılmazdı.





Güneşte güzelce tüyler temizlenmiş ve kabartılmış halde.



Birbirlerinden ayrılmamaları da çok güzeldi.



Arkadaşlarımıza giderken, ayrılmak zor olacak sizden ama nasıl kutuya koyarız derken dede ile babaanne ellemeyin onları dediler. Bizde bir şenlik... Arayıp da bulamadığımız şey. İzin çıkmıştı, bizimle kalacaklardı.

Köyde kaldığımız sürece elimizden, yanımızdan hiç eksik olmadılar. Dönüşte onlardan çok zor ayrıldık.

08 Temmuz 2014

Özgür Tavuklar Meselesi

Yıl 2008, o sıralarda İngiltere'de yaşıyoruz ve TV'da Jamie Oliver'ın bir programını seyrettikten sonra dayanamayıp Berceste'ye bu yazıyı yazmışım. Kaç tavuk kaç, insanoğlundan olabildiğince uzaklara... demişim! Yapılan programlar ve kampanyalarla İngiliz insanının tercihlerini anlatmışım. Günümüzde ne durumdalar bilemiyorum ama başımdan geçenleri, gözlerimle gördüklerimi anlatmak istiyorum.

Bu arada Jamie'nin programının ilkini buradan seyredebilir ve tek tek diğerlerine geçebilirsiniz. Hatta bence mutlaka ama mutlaka seyredin! Tavuk endüstrisinin gerçeklerini görün ve Yavuz Dizdar'ın sözlerine bir kez daha kulak verin...

Yıl 2011. Her yaz olduğu gibi eşimin ailesini ziyarete gittik. Birkaç köy ötelerinde teyzesi var, ayağını kırmış, ona da geçmiş olsun diyelim dedik. Evlerine vardığımızda eniştenin ve kuzenin un fabrikalarındaki makineleri onarmak için fabrikaya gittiğini öğrendik. Teyzenin ziyaretini tamamlayınca, ben un fabrikasını da görmek istediğimden, nasıl çalışırı da öğrenmek istediğimden enişte ile kuzenin yanına uğradık. Hem de bir ''merhaba'' da onlara demeden gitmemiş olduk. Sorunlarına yardımcı olabilir miyiz, nedir ne olmuştur diye konuşurken, fabrika gezisini tam da yeni bitirmişken, pat pat pat bir motosiklet sesi geldi yakınımızdan.
Enişte: ''oooo merhaba nasılsın?'' diyerek birisini karşıladı.
Bizimle tanıştırırken de ''bu adam otomatik kontrolcü, tavukları da otomatik büyüyor'' diye gülümseyerek takıldı adama...
- Bir düğmeye basıyor hop yem iniyor, bir düğmeye basıyor hop su geliyor. Bunun yaptığı işi yapmakta ne var, bir de yüzlerce tavuk büyüttüm diyor. Biz 4-5 tavuğa zor bakıyoruz dedi!
Biraz konuşunca tam karşımızda görülen tavuk çiftliğinden onun sorumlu olduğunu öğrendik. Arazisine çiftlik kurulmuş, belli bir oranda yüzde alarak tavuklara da gelen adam bakıyormuş... O bölgede ufak ufak bu iş canlanmaya başlamış.
Eh ben durur muyum?
- Gezebilir miyiz? Görebilir miyiz? Bugün ben fabrikaları görmek istiyorum hep dedim.
 Adamcağız da elbette, memnuniyetle dedi. Gani gönüllü köy insanı... Kalpten veren, sorgulamayan, dostun akrabasını dost belleyen... Yaptığı işin doğruluğuna inanan. Alacağı üç kuruş parayla hane halkını beslemek için uğraşan...
Gördüğümüz manzara aynen yukarıdaki gibiydi. Gün ışığı yok! Gerçekten de otomatik besleniyorlar.
- Ne yiyorlar? dedim
- Pellet yem geliyor fabrikadan onları veriyoruz, onların söylediği miktarlarda dedi.
- Ne içiyorlar? dedim
- Kaynaktan su getiriyorlar, depodan onu veriyoruz, arada bir de hastalanmasınlar diye içine antibiyotik atıyoruz dedi.
- Hiç ışık yok mu? Hep burada mı kalıyorlar? Dışarıya hiç çıkmıyorlar mı? dedim
- Yok dışarıya çıkarlarsa hastalık bulaşabilirmiş, burada tutun dediler, burada tutuyoruz dedi.
- Dışarıya çıkartın deseler çıkartır mısınız? dedim
- Onlar ne derse onu yapıyoruz, dediklerinden şaşmıyoruz, canlıyla uğraşıyoruz, riske atamayız dedi.
Açık sözlülüğüne, açık yürekliliğine ve misafirperverliğine teşekkür edip ayrıldık oradan.

Eve döndüğümüzde bizdeki manzara ve hemen hemen aynı günlerde yumurtadan çıkmış olan tavukların, daha doğrusu oraların lehçesi ile ''cungu'', bence ''piliçlerin'' durumu aşağı yukarı bu idi(aşağı yukarı dememdeki sebep fotoğraftaki tarih farklılığı ama büyüklükleri aynı, bir önceki fotoğraftakilerle de siz kıyaslayın)!

Kayınvalidem bizim Böcük görsün diye civciv basmış(onlar öyle tabir ediyorlar, tavuğun altına yumurta koymuş yani). Biz ziyarete gidişte işten izin durumu vs derken tarihi denkleştiremeyince, civcivler cunguya/pilice dönmüş. Kessek bir dirhemcik et var üzerlerinde. Ama diğerleri sorgulanması gerekli sebeplerle iki katı büyüklüğe gelmişler ve iki, üç gün sonrasında kesime gideceklerdi...

Bizim özgür kızlar bir önceki seneden yenmemiş kalan bademlerin kırıkları ve tarladan buğday ile besleniyorlar. Bir de gezdikleri için arada kayınvalidemin ev bahçesini talan edebiliyorlar. Buldukları yeşillikleri didikliyorlar. Hatta geçen sene birisi komşunun bahçesini ziyaret etmiş ve marulları didiklemiş. Komşu da kızıp, sopayla vurunca, beli kırılmış. Kayınvalidem ne yapacağız kessek mi, acı çekmese deyip durdu. Aman benim gözümün önünde yapmayın da ne yaparsanız yapın diye kaçıştım...
Tavuk çiftliğindekinin neyle beslendiğini bilmiyoruz. Pellet yem, un haline getirilmiş birşeyler ama neler?

Sonuç: O güne kadar organik tavuk almaya çalışıyordum ama fiyat farkından dolayı evdekilerin baskılarına dayanamayıp diğerlerine ses çıkartmayabiliyordum. Ama bu manzaranın ardından, eşim de, ben de organik dışında tavuğu eve sokmaz olduk.
Organik çözüm mü? Bizce hayır; ama köy tavuğu kisvesi altında denetimsiz ne satıyorlar onu da bilmiyoruz! Gene pellet yem yiyen, iki tur atıp gezinen tavuğu köy tavuğu olarak önümüze koyarlar mı koyarlar... En azından organikte bir denetim mekanizması var deyip sineye çekiyoruz. Bir de 90 günden önce kesilmiyor tavuklar. O pazarda tam olarak neler dönüyor, onu da bilmiyoruz.
Az ama öz yiyelim dedik oturduk aşağı! En güzeli kendi bildiğin, gördüğün ama onu da şehirde yapmak imkansız. Çocukken denemiştim, civciv beslemeyi, piliç olunca yani yukarıdaki, kayınvalideminkiler gibi boyuta gelince, balkonda beslenemez oluyorlar. Koku sebebiyle. Özgür de olamıyorlar gene... Bahçeye indirdiğimizde kedilerden zor kurtarmıştık! Komşuları hesaba katmıyorum bile! Eh o yıllardan bu yıllara da şehir hayatında değişikler büyük. Griler arttı, yeşiller azaldı. Betona gömüldü koca şehir!
Neresini tutsak elimizde kalır oldu hayat...
Neden mi yazdım? Tavuk meselesinde durumu gözlerinizle görün, bilin, karar sizin kararınız, hayat sizin hayatınız diyerek.
Hayatın tuttuğunuz yerden, elinizde kalmamasını dileyerek...

07 Temmuz 2014

Köy Günlüğü Bölüm 1

Evin Uğur Böcüğünü araba tuttuğu için yavaş ve uzunca süren bir yolculuğun ardından(gemi beklemediğimiz için yaklaşık 6 saat) eşimin köyüne vardık. Bu sefer tatili düğünle birleştirmiştik. Eşimin amcasının torunu evlenecekti. Düğünler oralarda 3 gün 3 gece sürer olmuş. Biz gitmeden de kapının önünde hanımlar arasında eğlence varmış. Kayınvalidem eğlenceyi göremedik diye üzülse de, bizim şehirli olarak plan ve programımız çalışma şartlarına, evin Böcüğüne ve çok daha farklı şeylere bağlı idi. Sonradan seyrettiğimiz videolarda epeyce eğlendikleri görülüyor ama ne oynayacak kadar, ne de alkış yapacak kadar oyunu severim, şartlar da o gün geç saatte yola çıkmayı gerektirince denk geldi, yeter ki düğün sahipleri mutlu olsun.

Eğlence sonrası tüm akrabalar yolumuzu gözlemiş, bizi beklemiş. Kapıda karşılama heyeti bulduk. Özlemişiz de sevindik, mutlu olduk. Böcük geldik mi, nasıl yani şeklinde sorularla yarı uykulu, yarı uyanık kendisine gelemedi bir türlü. Tam bu teranede iken aman dikkat kafanıza pislemesinler, korkutmayın, kız da korkmasın diyen kayınvalidemin sesi geldi. Niye demeye kalmadan gaaaak gak gaaaak diye bir ses ve çırpınma oldu tam tepemizde. Ne oluyoruz dememe kalmadan yere pat diye indi birşey. Anladık ki, bu senenin özgür tavukları kendilerine tünek olarak kapı girişindeki badem ağacını seçmişler! Ben hayran hayran, ''hah tam da özgür tavuk buna denir'' diye bakarken haydi haydi kız üşümesin içeri girin uyarısı geldi bu sefer.
Yorgunluğun üzerine hani derler ya tamı tamına aynen küp gibi uyumuşuz!
Sabah mis gibi bir kahvaltının ardından sesler duymaya başladık. Düğün evi tam karşımızdaki hane idi. İki amca, bir hala ve bir amca oğlu ile evler karşılıklı, yanyana aynı yerde. Japonlar gibi elimden düşmeyen foroğraf makinesi ve yanımda Böcük ile çıktım dışarıya. Yukarıdaki manzara ile karşılaştım. Evin bahçesinde düğün yemekleri pişiyor. Keşkeği, köyün gençleri kazanda sıra ile dövüyorlar. Az sonra düğün sahibi elinde havlularla gelip, keşkek döven ve terleyen gençlerin terini silmeleri için havlu verecek ve onlar da terlerini silip boyunlarına dolayacaklar. Bir yandan da türküler, şarkılar eşlik ediyor bu adete. Gençler tüm kuvvetleri ile tokmaklarla vuruyorlar da vuruyorlar keşkeğe...

Kızlar berbere gitmişler gelinle birlikte. Benim saçlar kısacık olduğundan berberlik bir durum yok. Böcük de annesiz gitmez uzak yola... Biz kaldık evde...

Akşamüstüne doğru saçlar yapılı birbirinden güzel kızlar geldi. Fotoğraflar çekildi. Bizim tavuklar ortalıkta ele ayağa dolaşmasın diye kayınvalidem sayalara kapatmış. Orada perdeyi didikleyip camdan bakmalarına gelinimiz epeyce güldü bizim bahçeye geldiğinde. O günün en çarpıcı anısı bu oldu geline...

Akşama doğru ise İnsanlar yavaş yavaş gelmeye, sofralar kurulmaya, yemekler yenmeye başlandı. Genç, yaşlı herkes arı gibi koşuşturdu.

Yemekte tavuklu şehriye çorbası var. Köyde iki düğüne denk geldim ikisinde de menü aynı idi. Hatta bizim kızın kınasında da(o bölgede diş buğdayı yerine kız bebeklere 6 aylık kınası yapılıyor) aynı menü vardı. Tavuklu şehriye çorbası, tavuklu patates yemeği, yoğurtlu fiyonk makarna/bizimkinde kuru nane de vardı), keşkek, pilav, nohut, karnıyarık, irmik helvası. Ben gidip de yemeklerden almadığım evde kurulan sofraya iştirak ettiğim için sayarken eksik saymış olabilirim. Ama aklımda kalanlar bunlar. Bir de çorbaya, irmik helvasına limon kabuğu da koymuşlar, o değişik geldi. Bu seferki aşçının, yeni moda adeti buymuş.

Yemekler yendikten sonra giyinildi, kuşanıldı, sonra doğru okula...

Eski okul binasının önü, yani bahçesi yeni düğün salonu! Okulda eğitim sonlandırılmış. İki bina da âtıl halde. Taşımalı sistemle, başka bir köye gidiyor kalan çocuklar ama çocuk sayısı da yok denecek kadar az. Çoğu aile çocukların okul zamanı ilçeye ya da ile taşınıyor. Yazın köye ya dönüyor ya da dönmüyor...

Köyün sandalyeleri var, müşterek alınan ve düğünlerde kullanılan. Traktör römorkları düğün günü sandalye taşıyor bu alana. Işıklandırmalar yapılıyor. Bizim düğüne köyünkiler yetmemiş, başka köylerden de sandalye getirilmiş. Gelinle damada özel, güzel mi güzel nikah masası da gelmiş. Değme düğün salonlarına taş çıkartır güzellikte hem de.
Biz giyinip de evden çıkana dek havai fişekler atılmış, gelinle damat ilk dansını yapmaya başlamıştı bile. Aslında bizim köydeki kına gecesi. Ama nikah da devlet kayıtları vs gibi sebeplerle damadın köyünde kıyılacakken bize denk gelmiş. Usul, adet olarak bu geceki aslen ''kına gecesi''. Köy ahalisince, ''balo'' denen düğün, damadın köyünde olacak.


Nikahı muhtar kıydı. Sonrasında da adet olduğu üzere takı takıldı.
Gençler coştu, dans ettiler bol bol.

Bizim Böcüğün kulakları yüksek sese çok hasas, dans edeceğim diye süslenip püslenip bir heves gittiği yerde kulaklarını elleriyle kapatıp da oturdu. Sonra da anne kolunu versene dedi. Koala gibi koluma yapışmış halde uyuyakaldı. Gündüz evde ve bahçede akraba çocukları ile o kadar çok koşuşturdu ki! İki katlı büyük evde(aynı bahçede kayınvalidemlere ait iki ev var, birisi 100 yıl civarında bir yaşa sahip tek katlı, diğeri de tam 50 yıllık 2 katlı), sayısız defa indi çıktı, bahçede yarış yaptılar bol bol koştu. Salıncak kurdu dede ile babaanne hemen, ona bindi sallandı, döndü, civciv kovaladı derken o günü nerede bitirdiğinin farkında olmadı. Yemek yenen masalar sebebiyle baba arabayı bahçeden çıkartamayınca, bir güzel de babaya idman yaptırdı kendisini eve kadar taşıtarak. Bu arada açık havada bir güzel ayaz da yedik. Babayla Böcük eve giderken, sen görmedin gör(genelde akraba olmadıkça düğünlere iştirak etmeyi çok sevmediğimden ve Böcük doğduğundan beri de ses ile ilgili sorununu bilip onunla evde kaldığımdan) dedikleri için, anne kınada kaldı.

Kınada saatler ilerledikçe gençler iyice coştu...

Erkekler kına getirirmiş adet olduğu üzere.
Bir tepside kına malzemeleri, bir tepside meze ve rakı geldi. Davul patlayana dek davulla zurna çaldı. Gençler de yöresel oyunları oynadı. Kızlar geleneksel kıyafetleri koruyor ama aynı şeyi erkekler için söylemek zor. Neyse ki, oyunlar unutulmamış ve o geleneği sürdürüyorlar, bu da çok önemli.

Epeyce geç bir saatte ve ben alışık olmadığım şekilde açık havadan çarpılmışken, nihayet bindallılar içerisindeki kızlar kınayı getirdiler. Gelin gelinliğini değiştirip kına elbisesini giydi. Gelini ağlatmak için epeyce uğraştılar ama gelin ağlamayacağım dedi. Onlar uğraştıkça, ters etki yaptı, derken, en sonunda kınalandı.

Bense hayran hayran bindallıları inceliyordum. Eski ve geleneksel kıyafetlere bayılıyorum. Beni o zamanlara, tarihin derinliklerine götürüyorlar. Ayrıca bu adetin korunmasını da çok seviyorum. Bindallılar, köydekilerin kısaltmasıyla 'dallılar' sandıkta saklanıyor ve ailenin en büyük kızına devroluyor. Eşimin ailesinde de babaannesinden kalan bindallıyı eşimin halasına devretmişler. Onun da iki kız torunu var bakalım hangisinde kalacak? Bizim babaannemizin de üç kız torunu var. O da tek tek büyükten küçüğe hediye bindallı diktirmeye başlamış.

Gelinin ellerine kına yakıldı. Ayağa da kına yaktıları için genelde damat gelini kucağında alır götürür. Bu sefer ayağa kına yakılmadı ama burada da bu adeti devam ettirdiler ve gelin, arabaya kucakta gitti. Evin önüne döndüğümüzde tüm gençleri orada oynar bulduk. Gece bitmemiş meğer... Kına kapı önünde de devam etti.

Sağdaki eşimin babaannesinin bindallısı. Hala, o gece giyilmek üzere, gelinin halasının büyük kızına vermiş. Soldaki de eşimin büyük amcasının eşinin. Onun işlemeleri ve tarzı daha farklı,yenge ilçede yaşıyor, sanırım işlemeler de o yüzden farklılık gösteriyor. Köydeki birkaç bindallı daha haladakine benziyordu model olarak, hatta neredeyse aynı idi.

Bu elbisenin adı da Bal Kaymak imiş. O da, gelinin babaannesinin annesinden kalma imiş. Babaanne çok sevmemiş bu yüzden de çok giymemiş böylece torunlara yepyeni kalmış ve  torunlar da sevip sahip çıkmışlar. Gelinin kızkardeşi bindallı yerine bu yöresel kıyafeti giymeyi tercih etti.

Topuklu ayakkabılar da günümüzden... Ben okula kadar yürümek zorunda kalırsam diye akıllılık edip dümdüz patik gibi bir ayakkabı almıştım. Hatta görümcem bunu mu aldın diye şaşırdı ama aklımı seveyim diye dua edip durdum kendi kendime. Bu görünen topuklu ayakkabılar kadar şık olmadı elbet ama bulutlarda yürür gibiydim. O da benim için herşeye değerdi! Zaten belim yüzünden topuklu ayakkabı giymek de yasak(yasak olmasa da giymem ya neyse en azından sağlık sebebi de var!) Gençlerin hepsi o kocaman topuklularla yürümeyi, oynamayı, zıplamayı, köy yolunda gezmeyi başardılar ya bravo diyorum!

Eve döndüğümüzde Böcük deliksiz bir uykuda idi. Üşüdüyse diye endişeliydim ama herşey normal görünüyordu. Yerde mi, gökte mi olduğumu bile bilmeden uyumuş kalmışım, bir sonraki günün neler getireceğinden habersiz!